AKE 369 İklim Değilikliği ve Edebiyat

Beşinci Mevsim’in Ekoeleştirel İncelemesi – Rahime Özge Öz

Kırık Diyar üçlemesinin yazarı Nora Keita Jemisin 1972’de doğdu ve bir ilki başararak bu üçlemenin her bir kitabıyla her yıl, bir önceki yıl yayınlanan en iyi bilimkurgu ve fantastik eserlere verilen Hugo ödülüne layık görüldü. 2015’te yayımlamış olduğu Beşinci Mevsim’le Hugo ödülüne layık görülmekle kalmayıp, aynı zamanda Locus, Nebula ve World Fantasy gibi prestijli ödüllere de aday gösterildi. The New York Times tarafından kendi jenerasyonunun en yetenekli Bilimkurgu ve Fantezi yazarı olarak methedilen Jemisin daha birçok ödüllü roman, kısa öykü ve Jamal Campbell ile işbirliği yaparak ‘Far Sector’ adını verdiği bir çizgi roman ile yazım hayatına devam etmektedir (“Welcome – Epiphany 2.0”).

Evie Worsnop, bir yazısında iklim değişikliğini distopik bir anlatının temeli olarak almanın, anlatıyı bunun üzerine şekillendirmenin ve anlatılmakta olan distopyanın sebebi olarak göstermenin, birçok yazarın iklim krizine karşı gösterdiği bir tepki olduğunu savunmaktadır (Worsnop 2021). Bu bağlamda her ne kadar fantastik ögeleri ağır bassa da yazarın Kırık Diyar üçlemesinin ilk kitabı olan Beşinci Mevsim’i fantastik bir eser olarak incelemenin yanı sıra ekolojik bir perspektiften bakarak ‘bugüne’ dair bir eleştiri, bir uyarı olarak yorumlayıp ekoeleştirel bir şekilde incelemek mümkün.

Romanı incelemeye başlamadan önce, ilk olarak Jemisin’in yarattığı bu distopik evren hakkında biraz bilgi sahibi olmak gerektiğini düşünüyorum, çünkü bahsi geçen evreni anlamaya ve özümsemeye çalışmak benim kendi okuma deneyimimi derinden etkileyen bir süreçti. Okur kolaylıkla eserin son sayfalarını açıp evren hakkında detaylı bilgiye sahip olabilir, yine de ben özetlemeden önce temel düzeyde bilgi vermenin romanı henüz okumamış olanlar için kolaylık sağlayacağını düşünmekteyim.

Roman Sükunet adı verilen bir kıtada geçiyor, bu kıta sürekli olarak ekolojik yıkımların yaşandığı ve insanların yaşamaktan ziyade hayatta kaldığı bir kıta. İnsanların ‘beşinci mevsim’ adını verdiği, Sanze İmparatorluğunun (kıtayı yöneten imparatorluk) ölçümlerine göre en az altı ay süren sismik hareketlilikler veya diğer büyük çaplı değişimlerden kaynaklanan uzun bir kış var (Jemisin, 479). Kitabın sonunda verilen Ek1’e göre bu mevsimler yeniden eskiye doğru sırasıyla Boğan Mevsim, Asit Mevsimi, Kaynayan MEvsim, Nefessiz Mevsim, Dişli Mevsim, Mantar Mevsimi, Delilik Mevsimi, Göçebelik Mevsimi, Değişen Rüzgarlar Mevsimi, Ağır Metal Mevsimi, Sarı Denizler Mevsimi ve İkiz Mevsim. Bu mevsimler, birçoğunun isminden de anlaşılabileceği gibi ya kuraklığa ya göçlere ya kitlesel boğulma vakalarına ya tsunamilere ya da benzeri felaketlere yol açmış (Jemisin, 474-478).

İnsanlarsa Cemiyet adını verdikleri, Sanze imparatorluğunun en küçük sosyopolitik birimlerinde, fayda-sınıf adları alarak ve toplumu işe yaradıklarını düşündükleri yönlerine göre ya da güçlü yanlarına göre ayrıştırarak yaşıyorlar. Fayda-sınıf adları çoğu vatandaşın taşıdığı ve ait oldukları fayda sınıfını belirten isimleri. Fayda-sınıf adlarına örnek olarak Mucit, Yükçeker, Damızlık ve Dirençli verilebilir. Yazar bu evrende insanların ‘inanç’ ihtiyacı gözardı etmemiş ve gerçek dünyada olduğu gibi insanları uyutmak, sindirmek ve ayrıştırmak adına ‘Taş İrfanı’ adında bir din yaratmış. Bu din hem insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini öğütlüyor, hem de Orojenleri ötekileştiriyor: “Yeri kendine yakın kılanlar. İşte onlar kendilerinin efendisi değildir. Onların efendiliğine izin vermeyin.” (Jemisin, 349).

Orojenlerse, orojeni gücüne, yani termal, kinetik ve bunlara bağlı enerjileri ve sismik olayları kontrol edebilme yeteneğine sahip olan kişiler. Az önceki alıntıdan da anlaşılabileceği üzere, toplumda çok iyi karşılanmıyorlar, çünkü inanışa göre onlar kendilerinin efendisi değil, Toprak Baba’nın insanların arasına gönderdiği ajanları. Dolayısıyla bu yeteneğin bir lanet olduğuna inanıyorlar, ve eğer bu yeteneğe sahip insanlar şanslılarsa Merkez adı verilen, Sanze İmparatorluğunun kurmuş olduğu ve amacı Orojenleri eğitmek olan kuruluş tarafından alınıp eğitiliyor, değillerse de yaşadıkları Cemiyetin sakinleri tarafından ortadan kaldırılıyorlar.

İşte böyle bir evrende, okuycunun evreni gözlemlediği ve deneyimlediği üç ana karakter var: Damaya, Syenite ve Essun. Bu üç karakter; Toprak Baba’nın insanlara gazabını gösterdiği bir dünyada onun bir ajanı olarak görülmenin, bir başka deyişle Orojen olmanın ne demek olduğunu her açıdan okuyucuya sunuyor, çünkü aslında üçü de aynı kişi. Damaya; genç ve deneyimsiz bir Orojenin nasıl hayatta kaldığını, Muhafızlar’ı, Merkez’i ve Orojenlerin eğitim hayatını, Merkez’in ‘eğitim’ adı altında Orojenleri nasıl hem canavarlarştıırp hem ayrıştırıp hem de imparatorluğun köleleri haline getirdiklerini okuyucuya oldukça net bir şekilde gösteriyor. Syenite, Damaya’nın büyümüş, ailesinin ona verdiği ismi ve o küçük, savunmasız kızı arkasında bırakmış ve dört yüzük almaya hak kazanmış, yetenekli bir genç kadın olarak çıkıyor karşımıza. Hayatta kalmayı çözmüş, işini profesyonellikle yapan ve kendini kanıtlamış bir Orojen, Hatta bana kalırsa, karakterin kurulu düzeni sorgulamaya başladığı, bir şeyleri değiştirmek için yanıp tutuştuğu, Merkez’in veya Merkez’in kendisinden de yüce kişiler ya da kuruluşlar tarafından söylenen yalanların Alabaster’in de yardımıyla farkına vardığı dönemi olduğu için okuması en zevkli bölümler Syenite’e aitti. Essun ise bu karakterin belki de en güçsüz olduğu, sindirilmiş, korkutulmuş, belki de yıpratılmış ama içindeki ateşin korları hala az da olsa canlı olan hali. Karakterin Essun kimliği sayesinde yeni bir mevsimin başlangıcına şahitlik etmekle birlikte hem karakterin dönüşümünü hem de yeni bir evreni okuyucuya epey farklı ve orijinal bir yoldan aktarma şeklinin tadına varıyoruz.

Roman, ilk başta kim olduğu belirsiz olan, okuyucunun ancak kitabın sonunda kim olduğunu anladığı bir karakter tarafından Sükunet’in ikiye bölünmesiyle başlıyor. Bu bölünme gerçek anlamda, yer kabuğunun magmaya kadar bölünmesi anlamına geliyor ve bu sonun başlangıcı Yumenes, Sanze İmparatorluğunun başkenti ve Merkez’in bulunduğu o kadim şehir. Karakterin bunu neden yaptığı, nasıl yaptığı ve böyle bir yıkımın neden romanın en başında anlatıldığıysa muamma. Devamında anlatıcı hedefini Yumenes’in tam zıttı olan küçük bir kasabaya çeviriyor, Essun’a ve Hoa’ya. Essun’un oğlu Uche’nin ölümünden bahsediyor, Hoa’nınsa doğuşundan.

Buradan sonrasını romanın değil evrenin kronolojisine göre vermenin kitabı anlamak ve aktarmak açısından çok daha kolay olacağını; Damaya, Syenite ve Essun karakterlerinin tek bir karakter olduğu da göz önünde bulundurularak karakter gelişimini incelemek adına daha verimli olacağını düşünüyorum. Dolayısıyla sırasıyla Damaya, Syenite ve Essun’un yolculuklarını özetleyecek, bu yolculuklar üzerinden kitabın ekolojik bir incelemesini yapacağım.

Damaya’nın yolculuğu Muhafızı Schaffa’nın onu almaya gelmesiyle başlıyor. Ailesi onun bir Orojen olduğunu öğrendiği için onu samanlıkta saklıyorlar ve Muhafız Schaffa’ya teslim ediyorlar. Schaffa ile yolculuğu başlayan Damaya’ya, daha yolculuğu sırasında Schaffa’nın anlattığı eski bir masal aracılığıyla aslında kendisinin bir insan olmadığı, kontrol edilmesi gereken bir canavar olduğu fikirleri aşılanıyor: hatta kendi içinde bu nefreti ve ötekileştirilmeyi öyle bir içselleştirip benimsiyor ki Allia’da Alabaster ile birlikte uğradıkları saygısızlık onu etkilemiyor bile. Schafa ve Damaya Merkez’e geldiklerinde de hayat kolaylaşmıyor, yine de Damaya kendini kanıtlamayı başarıyor ve ilk yüzüğünü almaya hak kazandığında adını da seçiyor: Syenite.

Syenite’in romandaki ilk sahnesi, ona verilen bir görev sırasında oluyor. Görevi on yüzüklü Alabaster ile eşleşerek çocuk sahibi olmak, ve kendisinin herhangi bir reddetme hakkı yok. Bu eşleşme görevi, bir kıyı şehri olan Allia’y kadar devam etmesi öngörülen, kesin sonuç gerektiren bir görev. Allia ise limanı sayesinde gelişmiş ve refaha ulaşmış bir şehir ama okyanus tabanındaki mercanlar yüzünden en az on yıldır zarar etmekte, Syenite de Alabaster eşliğinde bu mercanları temizlemesi için görevlendiriliyor. Yolculukları sırasında Alabaster’in de yardımıyla Syenite’in bildiği ve olduğu gibi kabullendiği dünyası adeta başına yıkılıyor, bir uyanış yaşıyor. Düğüm istasyonlarının arka perdesini, muhafızları, yaşanamaz denen adalarda yaşam olduğunu ve daha nice gerçeği öğreniyor.

Essun’un anlatıldığı bölümlerde ise neredeyse romanın sonuna kadar anlatan kişi muamma, ama öyle bir üslubu var ki adeta Essun’a onu anlatıyor, sanki unuttuğu bir hayatı Essun’a veya eskiden Essun olan ama şu an başka biri olan birine hatırlatmaya çalışıyor. Essun’un oğlunun ölümünü detaylandırıyor, Essun’un oğlu ölmeden önceki hayatını anlatıyor ve Essun’un Lerna sayesinde nasıl kendine gelip kaçmaya karar verdiğinden bahsediyor. Her ne kadar Essun’un tek derdi ve hedefi kocası Jija ve kızı Nassun’u bulmaksa da, onun bir Orojen olduğunu anlayan Cemiyet sakinleri ona saldırıyorlar, ve Essun arkasında bir enkaz bırakarak kızını ve kocasını aramak için yollara düşüyor. Bu sırada Hoa’yla ve Tonkee ile tanışıyor, Hoa’nın bir Taş Yiyen olduğunu, Tonkee’nin aslında kim olduğunu, ve daha beraberinde birçokşeyi öğreneceği bir yolculuğa atılıyor.

Daha önce de belirttiğim gibi, Romanı Nora Keita Jemisin’in küresel ısınmaya ve iklim değişikliğine karşı gösterdiği bir tepki olarak görmek mümkün. Yazarın evreninin coğrafik koşullarını, insanların yaşam biçimlerini ve inandıkları dine bile yerleştirdiği ekolojik uyarıları göz önünde bulundurduğumuz zaman bu oldukça sağlam temelleri olan bir fikir.

Jemisin’in romanında en çok beğendiğim özelliği kendini okutuyor olmasıydı. Her ne kadar ilahi bakış açısı kullanıldıysa da üslup açısından değerlendirdiğim zaman karakterlerin hissettiklerini ve yaşadıklarını anlatış biçimi, her karakter için anlatısını farklı bir perspektiften sunması bende gerçekten de Damaya’nın anlatıldığı bölümleri bir çocuk, Syenite’in olduğu bölümleri genç ve kendinden emin bir kadın, Esssun’un bölümlerini ise yıpranmış, buzdan bir öfkeye ve iradeye sahip bir kadın yazmış gibi hissettirdi. Ayrıca romanda yanıtlanmayan birçok soru vardı, ve bu da beni serinin diğer kitapları hakkında meraklandırıp okumaya itti diyebilirim.

Romanda dikkatimi çeken bir diğer unsursa Jemisin’in insanların koşullar ne olursa olsun birleşme konusundaki isteksizliğini ve belki de beceriksizliğini yansıtmadaki başarısıdır. Orojenleri kullanarak Düğüm İstasyonları kurmak buz dağının sadece görünen kısmı, bu büyüklükteki bir potansiyelle neler yapılabileceğini görmeyip aksine onları köleleştirmeleri, ötekileştirmeleri bana akıl almaz derecede mantıksız ve inanılmaz geldi. Hayatta kalmaya bu kadar odaklı olan bir toplumda var olan potansiyeli kullanmamakta edilen bu inat bana bizim kendi yaşamımızda yapmamak için inat ettiğimiz o bizim için küçük ama çevre için büyük sonuçları olacak o değişimleri anımsattı. Ayrıca, nasıl ki gerçek dünyada bilinçsiz insanlar doğayla bağını koparmamış, doğayı dinleyen ve onun için bir şeyler yapmaya çalışan, bir değişime öncü olmak isteyen doğasever insanları dışlayarak ötekileştiriyor, bu şekilde onları önemsizleştiriyorsa aynısını Jemisin’in evrenindeki bilinçsiz ve eğitimsiz insanların Orojenlere yaptığını görmek de mümkün.

Bunun yanı sıra Toprak Baba figürü de tartışmaya oldukça açık bir motif. Neden Toprak Ana değil de Toprak Baba? Bu Jemisin’in evrenine has bir şeyse bile, ki bence değil ve kalan kitaplarda bunun sebebini öğreneceğiz, insanlık Toprak Baba’yı bu hale getirmek için ne yapmış olabilir?

‘Efsaneye göre, Toprak Baba ilk başta hayattan nefret etmiyordu. 

Aslında ariflerin anlattığına bakılırsa bir zamanlar Yerküre üzerindeki tuhaf yaşamın bereketi için elinden geleni ardına koymamıştı. Hatta öngörülebilir mevsimler yaratmış, rüzgar, dalga ve ısı değişimlerini o kadar yavaş tutmuştu ki yaşayan her canlı uyum sağlayabilsin. Gökyüzü her fırtınadan sonra tekrar berraklığına geri dönüyordu. Yaşamı o yaratmamıştı- bu bir tesadüfün eseriydi- ama her zaman onu kucaklamış ve onunla büyüenmişti. Yüzeyinde böylesine tuhaf, vahşi bir güzelliği beslemekten hep gurur duymuştu. 

Sonra insanlar Toprak Baba’ya korkunç şeyler yapmışlardı. Suları onun temizleme yeteneğinin bile işe yaramayacağı bir biçimde zehirlemiş ve yerkürede yaşayan diğer canlıların çoğunu katletmişlerdi. Derisini delmiş, kabuğunu kanatmış ve kemiklerinin tatlı iliğine işlemişlerdi. Insanların kibri ve gücü doruk noktasında ulaştığında Orojenler toprağın bile affedemeyeceği bir şey yapmışlardı. Onun biricik çocuğunu yok etmişlerdi.’ (Jemisin, 400)

Bu alıntıya baktığımızda Jemisin’in iklim değişikliğini bu distopik anlatısının temeline aldığını oldukça net bir şekilde görüyoruz. Bunun yanı sıra bu paragrafın devamında Ariflerin bile bunların ne manaya geldiğini bilmediğini söylemesi, gizemi arttıran bir diğer unsur, yine de tahmin etmesi güç değil. Insanların aç gözlülüğü önce suların kirlenmesine, canlı türlerinin yok olmasına, ve ekolojik dengenin bozulmasına sebep olmuş, bunu anlamak da güç değil. Peki Toprak Baba’nın biricik çocuğu denerek kastedilen şey, Ay olabilir mi?

Romanın pek çok yerinde insanların yeryüzüne çok odaklandıkları için gökyüzüne bakmaktan vazgeçtikleri, gökyüzüne gereken önemi vermedikleri ima ediliyor. Yeterince dikkat etmedikleri için varolduğundan bile bihaber oldukları bir cismi fark etmemeleri de elbette mümkün. ‘“Söyle bana,” diyor, “hiç Ay denen bir şey duydun mu?” (Jemisin, 473). Alabaster adlı karakterin romanın en sonunda Essun’a yönelttiği bu soru, az önce sunduğum teoriyi de kanıtlar nitelikte. Ay’ın Dünya’dan koparak oluştuğu herkesçe bilinen bir gerçek olmakla beraber, insanların açgözlülüğünün ta Ay’a ulaşması imkansız görünmüyor.

Beşinci Mevsim’in kaotik doğası, krizlerin ve felaketlerin sürekliliği bana bizim dünyamızı oldukça anımsattı. Dünyanın dört bir yanından gelen ve gerek dolaylı yoldan insan kaynaklı gerekse direkt insan kaynaklı felaket haberleri sonucunda kendimi Jemisin’in evrenine epey yakın hissettim ve ister istemez kendimi şu soruyu sorarken yakaladım, bizim yaşadığımız dünya, Jemisin’in evrenindeki dünyanın önceki hali mi, yoksa zaten Jemisin’in evrenini farkında dahi olmadan yaşıyor muyuz? İnsanlık olarak açgözlülüğümüz Ay’a kadar uzandı mı, yoksa o geri dönülemez eşiğe ulaşmak düşündüğümüzden daha da mı zor?

Sonuç olarak Jemisin’in bu anlatısını küresel ısınmaya bir tepki olarak değerlendirmek, bu çerçeveden okumak okuyucuyu yanıltmayacak, aksine farkındalık uyandırarak romanı daha da derinden anlamasına yardımcı olacaktır. Bu sayede okuyucu yalnızca romanı tam anlamıyla anlamakla da kalmayacak, yapılan ekoeleştri ile küresel ısınmanın sadece bilimde değil edebiyatta da yankı uyandıran ve insanlık için büyük bir tehdit olduğunu daha kolay kavrayacaktır. Bununla birlikte anlatım dilinin karakterden karaktere değişen yoğunluğu, karakter gelişiminin okuyucuya direkt olarak söylemek yerine hissettirilecek kadar ustaca verilmesi ve kendi yaşadığım dünya ile Jemisin’in evreni arasında kurduğum gerek sosyolojik gerek ekolojik benzerlikler sebebiyle, yazarın verilen ödülleri sonuna kadar hakettiğini düşünüyorum.

 

Works Cited

Jemisin, N. K. Beşinci Mevsim, Dex, 2017

Jemisin, N. K. The Fifth Season. Orbit, 2016

Transitions 1:2 (2021). “The Earth Is Angry Because He Lives Alone”: The Importance of Landscape to Staging Climate Discussions in Nora Keita Jemisi.

scholar.googleusercontent.com/scholar?q=cache:iCz3A3V4uV8J:scholar.google.com/+evie+ worsnop&hl=tr&as_sdt=0,5.

“Welcome – Epiphany 2.0.” Epiphany 2.0, 31 July 2023, nkjemisin.com.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir