AKE 369 İklim Değilikliği ve Edebiyat

Parable of the Sower Book Review – Zeynep Yılmaz

Octavia E. Butler’ın Parable of the Sower adlı romanı sadece bir distopya örneği değil; aynı zamanda bir içsel yolculuğun, inançla ayakta kalmanın ve dünyayı yeniden inşa etme çabasının hikâyesi. 1993 yılında yayımlanmasına rağmen, geleceğe dair çizdiği tablo günümüzün sosyal ve ekolojik krizleriyle şaşırtıcı derecede örtüşüyor. Okurken hem ürkütücü hem umut verici, ama en çok da düşündürücü bir kitap. Butler’ın ‘Earthseed’ adını verdiği kurmaca dinin etrafında şekillenen anlatı, klasik bilimkurgu ya da kıyamet sonrası romanların çok ötesine geçen bir derinlik sunuyor. Benim için bu eser yalnızca bir felaket sonrası dünya kurgusu değil; aynı zamanda bireyin içsel büyümesi, travmalarla başa çıkma biçimi ve inanç sistemlerinin nasıl doğup geliştiğini irdeleyen çok katmanlı bir metindi.

Romanın başkahramanı Lauren Olamina, 15 yaşında siyahi bir genç kadın. Güney Kaliforniya’da, ekonomik ve çevresel çöküşün pençesindeki bir toplumda yaşıyor. Duvarlarla çevrili bir mahallede, dış dünyanın tehlikelerinden korunmaya çalışıyor. Ancak Lauren’i asıl farklı kılan şey, ‘hiperempati sendromu’ adı verilen bir nörolojik duruma sahip olması. Başkalarının fiziksel acılarını kendi bedeninde hissedebiliyor. Bu durum onu hem savunmasız kılıyor hem de empati kapasitesini olağanüstü bir düzeye taşıyor. Başlangıçta bu durum bir zayıflık gibi görünse de roman ilerledikçe bunun aslında insan olmanın en güçlü yönlerinden biri olduğunu fark ediyoruz. Butler burada bence çok derin bir soru soruyor: Gerçekten acıyı hissetmeden, bir başkasının ne yaşadığını anlamadan bir toplumu yeniden kurmak mümkün mü?

Roman günce biçiminde ilerliyor. Lauren’in kaleme aldığı notlar, hem dış dünyadaki olayları hem de iç dünyasındaki değişimleri anlamamıza olanak tanıyor. Onun gözünden anlatılan bu felaket senaryosu aslında günümüz dünyasının bir uzantısı gibi. Su kıtlığı, evsizlik, özel güvenlik şirketlerinin yükselişi, devlet otoritesinin yitimi ve derinleşen sınıfsal uçurumlar… Romanın geçtiği 2020’li yıllarda bunların hepsi yaşanıyor. Bu geleceği okumak günümüzde oldukça rahatsız edici çünkü Butler’ın 90’larda kurduğu bu distopik öngörü, bugünün gerçekliğiyle ürkütücü biçimde örtüşüyor. Kaliforniya’daki orman yangınları, artan göç hareketleri, iklim krizinin tetiklediği çatışmalar ve su savaşları… Butler yalnızca kurgusal bir dünya yaratmıyor; adeta bir uyarı metni kaleme alıyor.

Lauren’in ‘Earthseed’ adını verdiği inancı, değişimin kaçınılmazlığına ve evrenin tanrısal bir form olarak algılanmasına dayanıyor: ‘Tanrı değişimdir.’ Bu cümle roman boyunca tekrar tekrar karşımıza çıkıyor ve hem Lauren’in yaşam felsefesini hem de romanın temel düşünsel altyapısını şekillendiriyor. Bu inanç sistemi bireyin ve toplumun dönüşümüne açık bir yapı sunuyor. Lauren dünyayı olduğu gibi kabul etmiyor; onu başka türlü hayal ediyor. Ancak bu hayal bir ütopya değil, aksine şiddetle, kayıplarla ve hayal kırıklıklarıyla sınanan bir inanç. Annesi hayatta değil, babası öldürülüyor, evi yerle bir ediliyor. Tüm bunlara rağmen kendisi ve başkaları için bir gelecek kurma çabası, romanın en dokunaklı ve güçlü yanlarından biri. Her şeyin çöktüğü bir dünyada umut inşa etmek neredeyse devrimci bir eyleme dönüşüyor.

Kitapta öne çıkan bir başka unsur da toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf ilişkileri. Lauren, siyahi bir genç kadın olarak hem sistemin içinde hem de kaosun ortasında sürekli bir tehdit altında. Ancak hikâyeyi sürükleyen, onun azmi ve liderlik yeteneği. Butler burada geleneksel erkek merkezli kurtarıcı anlatılara karşı güçlü bir alternatif sunuyor. Lauren ne beyaz, ne erkek, ne de zengin… Ama yine de liderlik yapıyor. Bu da bizde şu soruyu uyandırıyor: Geleceği kim inşa edecek? Mevcut sistemin ayrıcalıklıları mı, yoksa en çok ezilenler mi? Butler’ın bu soruya cevabı açık: Değişimi en çok isteyen ve en çok ihtiyaç duyanlar, onu gerçekleştirme gücüne de sahiptir.

Roman boyunca Lauren’in karşılaştığı karakterler (örneğin Zahra, Harry ve Bankole) farklı geçmişlere sahip. Ancak onları bir araya getiren şey, Lauren’in inancı ve birlikte hayatta kalma istekleri. Bu kolektif yapı, kitapta bir tür mikro-toplum modeli sunuyor. Fakat bu model ütopyacı değil. İçinde çatışmalar, korkular ve güvensizlikler de yer alıyor. Bu da romanı daha gerçekçi kılıyor. Butler, kolektiviteyi ne idealize ediyor ne de imkânsızlaştırıyor. Bu yaklaşım beni özellikle etkiledi. Çünkü günümüzde bireyciliğin bu denli teşvik edildiği bir dünyada, birlikte hareket etmenin zorlukları kadar gerekliliğini de yeniden düşünmemiz gerektiğini hatırlatıyor.

Butler’ın dili sade ama yoğun. Kullandığı metaforlar gösterişli değil fakat oldukça etkileyici. Özellikle Lauren’in günlük şeklindeki anlatımı, romanın ritmini belirliyor. Bazen oldukça şiirsel bir tona ulaşıyor ama asla yapay durmuyor. Kitapta grafik ya da deneysel bir anlatım kullanılmasa da, metnin biçimiyle içeriği arasında güçlü bir denge var. Her sayfa, karakterin içsel gelişimiyle dış dünyadaki tehlikeler arasındaki paralelliği hissettiriyor. Bu da bana, görsellik açısından zengin olan The Selected Works of T.S. Spivet gibi kitapları hatırlattı; ama Parable of the Sower bu etkiyi yalnızca kelimelerle başarıyor.

Beni en çok etkileyen ve duygusal olarak sarsan bölümlerden biri, Lauren’in zamanla bir tür anne figürüne dönüşmesi oldu. Özellikle grubuna katılan gençler için sadece bir lider değil, aynı zamanda bir koruyucu haline geliyor. Bu durum, travmanın sadece kırılganlık değil; aynı zamanda bakım ve sorumluluk duygusu geliştirebileceğini gösteriyor. Butler, annelik kavramını yalnızca biyolojik bir olgu olarak sunmuyor; onu toplumsal bir yeniden inşa süreci olarak ele alıyor. Bu yaklaşım bana göre oldukça feminist bir bakış açısı. Sadece kadın karakterlerin değil, erkek karakterlerin de bakım emeğine dâhil olduğu bir gelecek vizyonu çiziyor. Ve bu vizyon, günümüz toplumları için oldukça radikal.

Parable of the Sower sadece bilimkurgu ya da feminist edebiyat çerçevesinde değerlendirilecek bir eser değil. Aynı zamanda politik, teolojik ve varoluşsal sorularla örülmüş derin bir metin. İnsanın değişimle kurduğu ilişkiyi, felaketler karşısında hayatta kalma yollarını ve yeni inanç sistemlerinin nasıl doğduğunu inceliyor. Üstelik bunu öğüt verici bir dille değil; okuru sorgulamaya, tartışmaya ve en önemlisi hayal kurmaya teşvik ederek yapıyor. Kitabı bitirdiğimde içimde karışık duygular vardı: hem karamsarlık, çünkü geleceğimizin ne kadar kırılgan olduğunu gördüm; hem de umut, çünkü değişim mümkün ve bu değişimi başlatabilecek olanlar bizleriz.

Sonuç olarak, Parable of the Sower, yalnızca okunacak değil, yaşanacak bir kitap. Karakterlerin acıları bizim acımız gibi hissettiriyor, inançları bize ayna tutuyor, soruları ise bizi rahatsız ediyor. Ama belki de en çok buna ihtiyacımız var: rahatsız olmaya. Çünkü konfor, hiçbir zaman devrim yaratmaz. Lauren’in yaptığı gibi, önce sorunu fark etmeli, sonra başka bir dünya hayal etmeli ve ardından bu hayali gerçeğe dönüştürmeliyiz. Butler’ın kaleme aldığı bu ‘parable’, sadece bir kıssa değil , aynı zamanda güçlü bir çağrı. Ve bu çağrıyı duymamak, geleceğimizi başkalarının insafına terk etmek demektir.

Butler’ın anlatısı bize açıkça şunu gösteriyor: Değişimden kaçmak bir çözüm değil. Aksine, onu tanımak, yönlendirmek ve hatta bir ‘inanç biçimi’ne dönüştürmek zorundayız. Çünkü değişim, ister iklim kriziyle ister toplumsal adaletsizlikle olsun, zaten kapımızda. Lauren’in felsefesi, bu kaçınılmazlığı görmezden gelmek yerine onunla birlikte çalışmayı öneriyor (Melzer, 2002). Bu yönüyle Parable of the Sower, yalnızca edebi değil, aynı zamanda etik bir metin. Okuru hem bireysel hem de kolektif sorumluluk almaya çağırıyor. Özellikle günümüzün politik ve ekolojik belirsizlik ortamında, bu çağrı daha da yakıcı hale geliyor. Lauren’in ‘Tanrı değişimdir’ sözü, bugünü ve yarını anlamak için bir anahtar gibi işliyor. Çünkü dünya sabit değil; toplumlar sabit değil; biz de olduğumuz yerde kalamayız.

Kitabı bitirdiğimde yalnızca etkilenmiş değil, aynı zamanda sorumlu da hissettim. Bu roman, bir okuma deneyiminden çok daha fazlası; insanın kendi yerini ve rolünü yeniden değerlendirmesini sağlayan bir yolculuk. ‘Bu hikâyede ben kimim?’ sorusu, okurun zihninde yankı buluyor. Dışarıdaki yağmacılardan biri mi, kendi güvenli sınırlarının ardında yaşadığını sanan biri mi, yoksa Lauren gibi, her şeye rağmen yoluna devam eden biri mi? Butler bu soruları doğrudan sormuyor, ama karakterlerin seçimleri, yaşadıkları kayıplar ve kurdukları ilişkiler bu soruları sürekli hatırlatıyor. Belki de edebiyatın en güçlü yanlarından biri bu: bize kim olduğumuzu, kim olabileceğimizi ve kim olmak istemediğimizi gösterebilmesi.

Ayrıca bu kitabı sadece bireysel bir aydınlanma metni olarak değil, kolektif bir eylem çağrısı olarak da okumak mümkün. Butler, dayanışmanın, güvenin ve karşılıklı sorumluluğun ne kadar hayati olduğunu ortaya koyuyor. Lauren’in kurduğu topluluk ideal bir model değil; ama denemeye değer bir başlangıç. Bu yönüyle roman, bir felaket sonrası ‘yeniden başlama’ anlatısını aşarak, kriz anlarında nasıl bir etik inşa edebileceğimizi, birlikte nasıl iyileşebileceğimizi sorguluyor. Bugün dünyada yaşanan göç krizleri, ekonomik eşitsizlikler ve çevresel felaketler düşünüldüğünde, bu soruların karşılığı fazlasıyla somut. Butler’ın kurgusu, gerçeklikle buluştuğunda adeta ona müdahale eden bir metne dönüşüyor.

Parable of the Sower, bu açıdan bakıldığında, sadece bir yıkım anlatısı değil, aynı zamanda bir inşa hikâyesi. Phillips, makalesinde Butler’ın eserinin sadece bir felaket anlatısı olmadığını, aynı zamanda geleceğe dair umut ve yeniden yapılanma üzerine kurulu bir vizyon sunduğunu belirtmektedir: Butler’ın anlatısı yalnızca toplumsal çöküşün bir tasviri değildir; kaosun ortasında topluluk ve kimlik yeniden inşa etmek için bir yol haritasıdır (Phillips, 2002). Bu inşanın temeli, umut, empati ve cesaretle karılıyor. Bu kitap, felaketler karşısında yılmayan, yeni bir etik ve toplumsallık biçimi kurmaya çalışanların romanı. Butler’ın dehası burada yatıyor: Bize hem yıkımı hem de yeniden doğuşu aynı anda gösterebilmesi. Bu yüzden bu romanı okurken sadece distopik bir gelecekle değil, daha adil ve anlamlı bir dünya ihtimaliyle de yüzleşiyoruz.

Kısacası, Parable of the Sower’ı yalnızca bir bilimkurgu eseri olarak değil, bir yol haritası gibi okumalıyız. İçinde bulunduğumuz kriz çağında, Lauren gibi karakterlerin hayal gücüne, cesaretine ve inancına her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Çünkü dünya değişiyor ve biz bu değişimin ya öznesi olacağız ya da kurbanı. Butler’ın romanı, bu ikilem karşısında net bir mesaj veriyor: Kendi tohumlarını kendin ek. Değişimi izlemek için zaman kalmadı. Artık onu senin biçimlendirmen gerekiyor.

 

Works Cited

Allen, Marlene D. “Octavia Butler’s ‘Parable’ Novels and the ‘Boomerang’ of African American History.” Callaloo, vol. 32, no. 4, 2009, pp. 1353–1365. JSTOR, https://www.jstor.org/stable/27743153.

Butler, Octavia E. Parable of the Sower. Grand Central Publishing, 2019.

Harvard Radcliffe Institute. “Revisiting Octavia Butler’s Parable of the Sower in 2024.” YouTube, 1 Mar. 2024, https://www.youtube.com/watch?v=hdQfs2C1eEY.

Miller, Jim. “Post-Apocalyptic Hoping: Octavia Butler’s Dystopian/Utopian Vision.” Science Fiction Studies, vol. 25, no. 2, July 1998, pp. 336–360. JSTOR, https://www.jstor.org/stable/4240705.

Phillips, Jerry. “The Intuition of the Future: Utopia and Catastrophe in Octavia Butler’s Parable of the Sower.” NOVEL: A Forum on Fiction, vol. 35, no. 2/3, 2002, pp. 299–311. JSTOR, https://doi.org/10.2307/1346188.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir