AKE 369 İklim Değilikliği ve Edebiyat

Junot Díaz’ın “Monstro” Öyküsüne Dair Bir Değerlendirme – Selin Uzunoğlu

Junot Díaz’ın “Monstro” adlı kısa öyküsünü ilk okuduğumda açıkçası neyle karşılaştığımı hemen anlayamadım. Hikâye, ilk başta sanılanın akine klasik bir bilim kurgu ya da felaket öyküsünden çok daha fazlası gibi. İlk başta salgın temalı bir distopya gibi görünse de sayfalar ilerledikçe bunun çok daha katmanlı bir hikâye olduğunu fark ettim. Özellikle hastalığın küçük bir çocukta başlaması beni oldukça etkiledi. Masumiyetin böyle bir yıkıma sahne olması, bence hikâyenin vermek istediği mesajın ağırlığını iyi ifade ediyor. Bu noktada, çevre felaketlerinin hep başkalarının başına geldiğini düşündüğümüz yerden çıkıp, “bizim de başımıza gelebilir” fikriyle yüzleşmeye başlıyoruz, biraz geç kalmış olsak da…

Hikâyenin Haiti ve Dominik Cumhuriyeti gibi sömürge geçmişi olan yerlerde geçmesi de oldukça anlamlıydı bence. Bu coğrafyalar tarihsel olarak hep bastırılmış, ötelenmiş ve sömürülmüş halklara ev sahipliği yapmış. Yani Díaz, hastalık gibi görünen bu felaketi, aslında görünmezleştirilmiş insanların bir başkaldırısı olarak da sunuyor olabilir diye düşündüm. Hikâyede geçen “And since it was just poor Haitian types getting fucked up—no real margin in that” (Díaz 107) gibi cümleler bana çok tanıdık geldi. Günümüzde de haberlerde ya da sosyal medyada sadece bazı insanların acıları görünürken, diğerleri yok sayılıyor. Hikayede sayfa 107’de geçen şu alıntıyı da bu dediklerime eklemek istiyorum: “This one did not cause too much panic because it seemed to hit only the sickest of the sick, viktims who had nine kinds of ill already in them. You literally had to be falling to pieces for it to grab you.” CWI’nin Psychological Literary Theory bölümünde geçen “Characters in ‘Monstro’ are caught between a personal and cultural trauma that renders them both helpless and invisible” (CWI Psychological 1) alıntısı da tam olarak bu durumu özetliyor bence. Karakterler hem bireysel olarak çaresizler hem de toplum tarafından görünmez hâle getirilmişler. Dolaysııyla küçük dünyamızdaki büyük felaketler herkes için aynı ölçüde bir öneme sahip değil, ve bunun acısını maalesef en zor şaertlar altında yaşayanlar çekiyor. Tıpkı fakir aileler ve çaresiz çocuklar gibi.

Öyküde “Monstro” kelimesi benim için çok şey ifade etti. Bu kelime sadece bir canavarı değil, bana göre sistemin bizleri neye dönüştürdüğünü de anlatıyor. Hikâyede geçen “Possessed”, “The Reaper” gibi büyük harflerle yazılmış isimler felaketin boyutunu büyütmekle kalmıyor, aynı zamanda kitlesel bir dönüşümün de habercisi oluyor. Kendi içimizde büyüttüğümüz korkular, bastırdıklarımız, görmezden geldiklerimiz bir noktada koca bir “Monstro”ya dönüşüyor sanki.

Ayrıca anlatıcının annesine yardım edebilecekken bunu yapmaması/ elinden gelen çabayı göstermeyerek biraz pasif bir rol izlemesi beni çok düşündürdü. Bu durum bana biraz biz insanların çevre sorunları karşısındaki tavrımızı hatırlattı. Hatta buradaki anne kavramını ana vatan kavramına, yani üzerinde yaşadığımız bütün dünyaya benzettim, sonuçta canlılar olarak hepimizin ana vatanı ve koruması gereken annesi dünya. Yardım edebilecek gücümüz var ama ya kayıtsız kalıyoruz ya da görmezden geliyoruz. Anlatıcının “Maybe I’m just saying this to cover my failings as a son” (Díaz 107) demesi, bana bu bahanelerin ne kadar tanıdık olduğunu gösterdi.

Öyküdeki sınıf farkı da dikkatimi çeken başka bir konuydu. “Relocation camps” gibi kavramlar bana, sistemin kimleri kurtarıp kimleri gözden çıkardığını sorgulattı. Metnin içindeki ifadeyi tam aktarmak gerekirse, “The infection showed up on a small boy in the relocation camps outside Port-au-Prince, in the hottest March in recorded history.” Anlaşıldığı üzere cümlenin her yargısı başka bir konuya alarm çalıyor: Relocation camps, hastalığın küçük bir çocukla başlaması ve anormal sıcaklık kayıtları. Her türlü senaryoda zenginler korunuyor, yoksullar ise kaderine terk ediliyor. Bu bana çevresel felaketlerde de kimlerin daha çok etkilendiğini düşündürdü. Aslında doğanın adaletsiz olmadığı ama insanların bu adaletsizliği doğanın içinde de yeniden ürettiğini fark ettim. Kimileri bunun bir sorun olmadığını ve yaşayış biçimi olduğu bahanesiyle dolanırken kimileri de sorun bana sıçramamış, öyleyse benim problemim değil diyerek koca bir felaketin etrafından dolanmak istiyor gibiler. Öyle ya da böyle bu felaket sonuçta hepimizin birleşerek, kolektif gücümüzü kullanarak üstesinden gelebileceğimi bir evrensel problem. Bir bakıma bu konulardaki gerekli inisiyatiflerin de (her kim hangi şartlarda olursa olsun, herkesin yapabileceği ölçüde bir fayda sağlaması bile bir etki edecektir) bir an önce alınması gerektiğini, aksi takdirde korkutan bir geleceği adım adım yaklaştığını haber verdi bu hikaye aslında.

Hastalığın vücudun yüzeyinden başlayıp içini ele geçirmesi de bana çok etkileyici bir metafor gibi geldi. Önce ciltte hissediliyor ama sonra içten içe yayılarak tüm bedeni sarıyor. Bu süreç bana çevresel krizlerin ilk başta ufak tefek görünüp zamanla büyümesini çağrıştırdı. Reader Response Literary Theory bölümünde geçen “The disease is the physical manifestation of the consequences of ignoring environmental degradation and the suffering of the marginalized” (CWI Reader Response 1) ifadesi de bunu destekliyor bence. Eğer görmezden gelirsek, felaket bir yerden sonra hepimizin içine işler.

Díaz’ın kullandığı Spanglish dili de metne çok özel bir tat katmış. “Oye, you heard about that mierda en Haiti?” ya da “Take in some ole-time patria again…” gibi cümleler, anlatının gerçekliğini artırıyor. Bu dili okuyunca karakterlerin tam olarak hiçbir yere ait olmadıklarını, iki kültür arasında sıkışmış olduklarını hissettim. Özellikle anlatıcıya “too Americanized” dendiği anlarda, kültürel çatışmaların bireysel düzeyde nasıl hissedildiğini daha da iyi anladım. Kendimi yer yer onların yerine koyarak bu ikiliği yaşadım. Bunlara ek olarak Alex karakteriyle anlatıcı arasında geçen diyaloglar da sınıfsal farkların bir başka boyutunu gösterdi bana. Anlatıcının “I did not want to change nada… I did not want to be famous. I just wated to write one book and that was worth a damn, and I would have happily called it a day.” (Díaz 112) demesiyle Alex’in buna karşılık “But you have to dream big, that is pathetic!” cevabı, sistemin başarıya dair beklentilerini gözler önüne seriyor. Burada sadece kariyer planları değil, hayata bakış açıları da çarpışıyor aslında. Kadın karakterlerin anlatımında kullanılan dil beni yer yer rahatsız etti. Mysty karakteri üzerinden kadının sadece fiziksel yönlerinin öne çıkarılması, anlatıcının ondan bahsederken itici ifadeler kullanması ve okuyucuya bu şekilde tanıtması bana cinsiyet rollerinin sorgulanması gerektiğini bir kez daha hatırlattı. Anlatıcının kadınlara dair söylemlerinde bastırılmış bir öfke ya da hüsran hissi vardı sanki. Bu, bana sadece karakterin değil, gelişmemiş bir toplumun da kadına karşı cinsiyetçi ve küstah bakış açısını yansıttığını düşündürdü diyebilirim.

Hikâyenin sonlarına doğru tempo iyice artıyor. Sayfa 116-117’de geçen büyük harfli ifadeler (The Reaper, Possesed, Great Powers, High Command ve daha fazlası) bana felaketin artık bireysel bir tehdit olmaktan çıkıp kitlesel bir yıkıma dönüştüğünü hissettirdi. Bu noktada anlatı bana zombi kıyamet filmlerini andırsa da, aslında anlatılmak istenenin çok daha gerçek olduğunu düşündüm. Belki de Díaz bize, “Bunlar sadece hikâye değil; sizin de bir parçanız” demek istiyor.

Anlatıcının umursamaz ve bazen belirsiz tavırları bana çok tanıdık geldi. Çoğu zaman biz de haberleri izleyip geçiyoruz, bir şey yapmak yerine izlemeyi tercih ediyoruz, ya da bir şeyleri anlamaktan ziyade belirsiz kalamsına müsade ediyoruz. “Maybe I’m just saying this to cover my failings as a son . . . Maybe I’m saying this because of what happened. Maybe…”(Díaz 107) ifadesi bana bu bahaneleri düşündürdü. Kendi suçluluğumuzu gizlemek için ne kadar ustaca bahaneler ürettiğimizi gösteriyor bu cümle. Ancak şunu da yaşadıkça fark ediyoruz ki geçmiş geçmişte kaldı, ve geleceğimizdeki bakış açısını daralttı.

Sonuç olarak “Monstro” benim için sadece bir kısa hikâye değil, bir tür uyanış metni oldu. Hikâyenin dili, anlatıcının iç dünyası ve toplumun geneline yayılan duyarsızlık hâli, beni çok düşündürdü. Hikayeyi tamamen beğendm diyemem ancak Díaz’ın metni hem çevre krizi, hem sınıfsal eşitsizlikler, hem de kimlik meseleleri üzerinden güçlü bir eleştiri sunuyor. Bana kalırsa, bu hikâye sadece bir felaketi değil; onu doğuran toplumsal yapıyı, görmezden gelinen acıları ve bireysel sorumluluklarımızı da sorgulatan bir anlatıydı. Bu yüzden “Monstro”yu sadece edebi bir eser olarak değil, aynı zamanda düşündüren, rahatsız eden ve farkındalık yaratan bir çağrı olarak da görmek gerektiğini düşünüyorum.

 

Work Cited

CWI. “Psychological Literary Theory.” Beginnings and Endings: A Critical Edition of Short Stories. College of Western Idaho Pressbooks. https://cwi.pressbooks.pub/beginnings-and-endings-a-critical-edition/chapter/psychological-9/

CWI. “Reader Response Literary Theory.” Beginnings and Endings: A Critical Edition of Short Stories. College of Western Idaho Pressbooks. https://cwi.pressbooks.pub/beginnings-and-endings-a-critical-edition/chapter/reader-response-5/

Díaz, Junot. “Monstro.” The New Yorker, 4 June 2012. https://www.newyorker.com/magazine/2012/06/04/monstro

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir